Yasamşal Şeyler


     Fotoğraf: Gökhan Turunç, Berlin 
Yazı: Hilal Şan
     08.07.2018

 
Yaşamak ve ölmek iki ucu boklu değnek. Kusura bakmayın, pek bir günlük dille başlangıç oldu fakat bana göre tam da böyle bir şey ikisi de. Yaşarken anlamını birçok kez sorarız kendimize varlığımızın, öyle anlar gelir ki, yaşam denilen boşluğun içinde çırpınır dururuz, hazda en tepe noktaya ulaştığımızda en dibi bulup „Neredeydi bu anlam?“ diye kendimize sorarız. Ölmek isteriz sonra, ölmenin ne olduğunu hiç bilmeden. Etrafımız ölüm ve ölümün kokusu, görüntüsü, sesi ile doludur fakat biz ölümün ne olduğunu hiç bilemeyiz. Ölen bir kişinin ya da hayvanın, ya da kurumuş bir bitkinin nasıl göründüğü hakkında bilgimiz vardır, tarif edebiliriz. Hatta bir kişinin son nefesinde yanında olup saniye saniye kayıt düşebiliriz yaşadığı şeyi, fakat bunu bizzat kendimiz yaşamayız. Yaşamak ise daha şanslı bu konuda. Yaşarken bir günlük tutma şansımız varsa, her gün olmasa bile sık sık, ya da tamam tamam abartmıyorum seyrek bir şekilde de olsa yaşadığımız günleri ölümümüze göre daha iyi tarif edebiliriz, not alırız. Evet, neler hissettiğimizi, neler yaşadığımızı, neler gördüğümüzü, neler yediğimizi, neler duyduğumuzu , hepsini cok güzel anlatabiliriz de, acaba anlamı buna rağmen bulabilir miyiz? Sanki hep bir yerde anlamı bulma sorunsalına çarpar dururuz. „Tüm bu olumluluk ve olumsuzlukları ben neden yaşıyorum? Zaten öleceksem ben neden burada varım?“ soruları içimizi kemirir durur bize ayrılan bu sürede. Bazıları bunu dini inançlarıyla açıklamaya çalışır. İyi bir inanan olarak iyi şeyler yaparlarsa cennete gideceklerini düşünerek içlerine su serpilir. Allah‘ın, Tanrı’nın ya da nasıl adlandırırlarsa o yüce varlığın karşısına masum çıkabilmek için yaşamları boyunca  iyiliğe adarlar (!) kendilerini. Tabii bu çok romantik ve ideal bir tanım oldu. Hepsine saygı duymakla beraber, içlerinde çok ufak bir yüzdenin bunu başarabildiğine inanıyorum. Çünkü insanların doğuştan beraber getirdikleri iyi ve kötünün yüzdeleri büyüdükçe inançlarına rağmen değişir ve bazıları inançlarının, cennet yoluna götüren gerektirdiklerini yerine getirmekle birlikte, hırslarının yani içindeki koyu gölgenin yoluna öyle bir düşerler ki, ölümün son soluksuz anını ve inandıkları Yaradan’ı düşünmezler. Belki de iyidir bu. Kendilerini adadıkları yaşamsal amaçlar (!) öyle değerlidir ki, böylece ölümün anlamı onları için azalmıştır. Tabii burada tüm inançlılardan bahsetmiyorum. İçlerinde küçük bir yüzde, Yaradan‘a kavuşmayı gerçekten hayal ederek, onun dediklerini gerçekleştirip içlerindeki iyinin gücüyle yaşamlarını ölümden de korkarak sinik bir şekilde yaşarlar. Bence birazcık isyan onlara da iyi gelir ve onları sorunlar ve beklenmedik durumlar karşında daha yaratıcı yapabilir. Peki ya yüce bir yaratıcıya, ölümden sonraya inanmayanlar, onlar yaşamak ve ölmek arasında nasıl yaşıyorlar? Sanırım onlar için önemli olan heryerde geçerliliğini sürdüren evrensel değerler ve bunun içinde de önemli olan evrensel ahlak. Onlar derken tabiiki de yine kastettiğim hepsi değil. Onların içinde de inançlı ya da inançsız herkeste olduğu gibi kalbinin kötülük damarını daha çok izleyen ve bunun farkında olan ya da olmayanlar vardır. Hırslarının, kıskançlıklarının, şehvetlerinin ya da ne bileyim insanların bir araya gelince „Ohhhh, nasıl olabilir, bu kadar kötü nasıl olunabilir?“ sorularına cevap verecek bütün kötü duygu ve davranışlarının yolunda ölümü düşünerek ya da düşünmüyerek yaşamaya devam ederler. Diğerleri ise evet iyi olmaya calışır. Peki sadece iki gruba mı ayıralım yaşamak ve ölmek arasındaki insan gruplarını? İyilik ve kötülüğü izlemeye çalışanları? Siyah  beyaz mı, gece mi gündüz mü, gibi bir soru bu. Oysa aralardaki grilerin, güneşin doğuş ve batış vakitlerindeki renk karmaşasının farkında olan bizler, insanların inançlı ya da inançsız ya da ikisinin arasındaki spektrumda sadece siyahın ya da sadece beyazın içinde olamayacağını adımız gibi biliriz. Bazen bilmezlikten geliriz, bazen unuturmuş gibi yaparız, bazen kendi fikirlerimize öyle bir kaptırırız ki kendimizi, tüm dünyanın oradan ibaret olduğunu sanarak, insanlığın yarısını beyazın, diğer yarısını da siyahın içinde görmek isteriz. Nerede, hangi inançta, hangi inançsızlıkta, hangi renkte, kim olursak olalım, yaşamak ve ölmek yeryüzüne geldikten ve ölürken hepimizin başına gelen iki şey. Birisinin hazzıyla, diğerinin korkusuyla, ya da birisinin ızdırabıyla, diğerinin hafifliğiyle, ya da birisinin geçiciliği diğerinin kalıcılığıyla, ya da birisinin somutluğu, diğerinin soyutluğuyla, ya da her ikisinin baskısıyla her gün ikisine de en baştan yeni anlamlar yükleyerek soluk alır veririz. Sanırım bu ikisinin arasında içimizdeki kötülük ve iyiliğin varlığına rağmen ve de onlarla beraber, eğer varsa ruhumuzu, yoksa kişiliğimizi ya da her ikisini geliştirmek ve bunun için bıkmakdan usanmadan yeni yollar denemek, her düşüşte yeniden kalkmayı denemek, kalkamazsak da düşüşü kabullenmek ve buna rağmen iyiliği seçmek, gülümseyebilmek, başkaları ile uğraşmadan doğanın mucizelerine her gün sevinmek sanırım her gün aldığımız ve son kez vereceğimiz nefes için en güzel hediyelerdir. İki ucu boklu değneğimizi fazla etrafa savurmadan, onu kendimiz için kabullenmek, sanırım herkesin kendi yolundaki en iyi karar olacaktır. 


Yorumlar

Popüler Yayınlar